Sayılı gün çabuk geçti… Bayram artık bitmişti. Şehir, yeniden eski günlerine dönmeye başlamıştı. Caddeler, sokaklar kalabalıktı. Mahalle Çay Ocağı’nın oradan geçerken, samimi dostluklar kurduğum Referans Necati ile Tesisat Hüseyin’i gördüm. Onlar da memleketten yeni gelmişlerdi.

“Hoş geldin” bahanesiyle yanlarına uğradım. Hoş beşten sonra havadan sudan konuşmalar devam ediyordu. Referans Necati,

— Hayırdır Kuzey’in Rüzgarı, seni biraz düşünceli gördüm, dedi.

Ben de,

— Ne sen sor, ne ben söyleyeyim… O da bir kere sorduk, dedi.

“Siz yokken huzurevini ziyaret ettim, orada Sabri abi ile tanıştım. Siz de bir görseniz seversiniz… Bu dünyada bir zamanlar her şey olmasına rağmen, şimdilerde yapayalnız. Her gittiğimde pencere kenarında, uzaklara dalıp izlerken görüyorum,”

Ben anlatmaya devam ederken, Tesisat Hüseyin söze karıştı:

— Bu hafta biz de gelelim. En azından farklı yüzler görünce mutlu olur.

O gün karar almıştık. Ertesi gün birlikte huzurevine gidecektik. Onlarla vedalaşıp eve doğru yürüdüm. Yolda kendi kendime, onların bu ince düşüncesi beni o kadar sevindirmişti ki… İçim içime sığmıyordu.

Hanım kapıda karşıladı.

— Gözlerinin içi gülüyor, dedi.

— Benim gülmesin de kimin yüzü gülsün... biliyor musun? Yarın dostlarımla birlikte Sabri abiyi ziyarete gideceğiz…

— Hımmm… Senin adına sevindim. Arkadaşların vefalı insanlarmış, seni yine yalnız bırakmamışlar.

O gece bir türlü sabah olmak bilmedi. Geç vakte kadar sevinçten uykum gelmedi. Hep, “Sabri abi bizleri karşısında görünce yüzünde nasıl bir şaşkınlık olacak?” diye düşüne düşüne uyuyakalmışım.

Sabah acı acı çalan telefon sesiyle irkildim. Saate bir baktım ki… Çok geç kalmışım. Arkadaşlar çoktan hazır olmuşlar. Arayan Referans Necati:

— Hani nerede kaldın? Biz mahalle çay ocağında seni bekliyoruz!

Apar topar hazırlanıp yanlarına vardım. Daha kahvaltı etmemiştim, bir şeyler atıştırdım. Birlikte yola koyulduk. Nihayet “Huzur Sokağı”ndaydık. Adı Huzur Sokağı konulmuş ama… Gerçekten içeride yaşayanlar ne kadar huzurluydu? Fiziken huzurlu olsalar da ruhları, iç dünyaları… Ne kadar mutlu? Tartışmaya açık bir durum bile değil.

Arkadaşlara, “Elimiz boş gitmeyelim,” dedim. Şu karşıki mahalle manavından birkaç meyve, mahalle bakkalından da biraz çikolata aldık. Kapıdaki güvenlik bizi görünce gülümsedi:

— Hoş geldiniz, Sabri abi de sizi bekliyordu.

Birlikte toplantı odasının olduğu kata çıktık. Bu saatte salonda otururlardı… Kapıdan içeri girdiğimde şöyle bir göz gezdirdim. Sabri abi yerinde yoktu. O an aklımdan binbir çeşit olumsuz düşünce geçti. Fakat bir taraftan da girişte güvenliğin söylediği söz aklıma geldi: “Sizi Sabri abi bekliyor.” Bu, korkularımı yenmeme vesile oldu.

Koşar adım danışmaya yürüdüm.

— Sabri abi?

Danışmadaki görevli,

— O sizi bahçede bekliyor. Giriş katına inin, arka tarafta bahçe var, oraya geçmeniz gerekmektedir, dedi.

Bahçeye doğru yöneldik. Kamelyada oturmuştu, köstekli saati yine cebindeydi. Yanına yaklaştım. Gözleri bu kez daha canlı, daha hayat doluydu.

— Hoş geldin evlat. Bayram geçti… Sen geldin ya, bana hâlâ bayram.

Ben de,

— Bu sefer yalnız gelmedim. Dostlarım, arkadaşlarım ile birlikte geldim. Onlar da seni merak ettiler. Hem senin bilgilerinden istifade etmek, hem de seni tanımak için benimle geldiler, dedim.

— Hani neredeler? diye sordu.

Kendilerine seslendim. Bahçeye doğru yürüdüler, yanımıza geldiler. Her ikisini de tanıttım:

— Kısa boylu olan Tesisat Hüseyin, uzun boylu olan Referans Necati.

— Hoş geldiniz evlatlar, dedi.

Sözlerine devam etti:

— Bugün ben sana sürpriz yapacaktım, asıl sürprizi sen yaptın.

Hep birlikte gülüştük. Yanına oturduk. Bir süre sustuk. Sessizliği o bozdu:

— Bayram biter, tatlılar biter, kalabalıklar dağılır… Ama unutmayın evlatlar; insan, unutulunca biter.

Bu sözün ağırlığı huzurevi bahçesinde yankılandı. Konuyu değiştirmek istedim.

— Anlaşılan o ki önceki bayramlar bundan daha kalabalıktı, dedim.

Derin bir iç çekti. Belli ki yine geçmişe yolculuk yaptı.

— Siz boş verin… Eskiden yaşadığım memlekette bayramda değil, haftada bir misafir ağırlardık. Kapılarımız hep açıktı. Şimdilerde hem kapılar kapalı, hem de gönüller. Misafir, insanın insana selamıdır. Selam kesilince muhabbet de kesiliyor.

Sonra anlatmaya devam etti; çocukluğundaki kasabadaki misafir odasını, annesinin komşuya gönderdiği sıcak ekmeği, yolda kalmış yabancıya verilen yorganı…

— Evlatlar, misafir sofraya bereket getirirdi. Şimdilerde öyle mi dersiniz?..

Sözleri beni, çocukluğumdan kalma zamanlara götürdü. Bir fincan kahvenin kırk yıl hatır sayıldığı… Kapının günde kaç kez çalındığı zamanları… Şimdilerde telefon ekranına ayırdığımız zamanı dosta, komşuya ayırmaya kimseler yanaşmıyor.

Referans Necati söze karışacağı sırada, Sabri abi ona doğru dönerek:

— Neden size Referans diyorlar, diğer arkadaşına da Tesisat Hüseyin?

Tesisat Hüseyin gülümsedi:

— Sabri abi, ben asansör işiyle uğraşıyorum, arkadaşımız su tesisat işleriyle. Ondan, arkadaşlar arasında şakayla karışık söyleye söyleye isimler üzerimize yapıştı.

Sabri abi hafif gülümsedi:

— Sizler güzel insanlarsınız. Bugün bana dünyaları bağışladınız.

Tesisat Hüseyin, her zamanki gibi kıs kıs gülüşüyle:

— Elimizden geldiğince iyi insan olmaya çalışıyoruz, dedi.

Bir ara gözlerim Referans Necati’ye yöneldi. Sanki Sabri abiye bir şeyler diyecek, ama bir türlü söyleyemiyordu. Bir taraftan da köstekli saate hipnoz olmuşçasına gözlerini ondan ayıramıyordu.

Derin bir sessizlik oldu. Referans Necati,

— Saatiniz… Geldim geleli gözlerimi ondan alamıyorum. Çok değerli olmalı. Yanınızdan hiç ayırmıyorsunuz, galiba çok seviyorsunuz, dedi.

Sabri abi, yeleğinin cebinden saati çıkardı. Avucunun içinde ağır ağır çevirdi:

— Seviyorum evlat. Ama bu sadece zamanı gösteren bir saat değil… Asırlık bir yoldaş. Bu saat, büyük dedem Kore Harbi’ne giderken… Babam küçük çocukmuş. Büyükanneme, “Ben gelemezsem, bunu evladım saklasın. O da belki gün gelir, evladına verir,” demiş.

— Sizin anlayacağınız… Bu saat benim çocukluğum, gençliğim, yoldaşım, yolculuklarım ve nöbetlerimin şahididir.

Biz üçümüz de öyle dikkatle dinliyorduk ki… Hep bir ağızdan,

— Nöbetlerinizin mi?

diye sorduk.

Başını salladı:

— Askerdeyken, hudut boylarında nöbet tutarken hep cebimdeydi. O zamanlar saat her şeydi… Zamanı tutmak, vatana borcunu tutmak gibiydi. Gece öten alarm yoktu; saate bakar, nöbet sıramı bilirdim. Bir de saat bana hep şunu hatırlattı: Bu topraklarda yaşamak için hep uyanık olacaksın.

Sustu… Gözleri uzaklara gitti. Belki de askerlik yıllarına doğru yolculuğa çıktı.

Gür sesiyle:

— Vatan, evlatlar… Haritada gördüğünüz renklerden ibaret değil. O soğukta donmuş ellerin, yağmurda ıslanmış postalların… Gurbetin… Annenin ayakları üşümesin diye yolladığı, ördüğü çorapların… Her secdeye yöneldiğinde yaptığı duanın… Vatan dediğin şey, sadece toprak parçası değil; toprağın kokusu, sesin yankısı, komşunun selamı… Çünkü insan yaşarken toprağını da, insanını da, değerlerini de korumak zorunda. Vatan, arkandan huzur içinde uyuyan halkın rahat nefes alabilmesi için gözünü kırpmamaktır. Vatan, şairin de dediği gibi:

“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı… Düşün, altında binlerce kefensiz yatanı…”

Mısraları okurken gözleri buğulandı. O an, derin bir sessizlik oluştu. Sözlerin ağırlığı üzerimize çöktü.

Köstekli saati tekrar avuçladı, zincirini çekti:

— Zaman geçiyor ama vatan sevgisi, köstekli saatin zinciri gibidir. Ne kadar çekersen çek, kalbine bağlı kalmalı…

O an anladım ki… Köstekli saatin tik takları sadece zamanı değil; bir neslin vatan borcunu, sadakatini ve emanetini hatırlatıyordu.

Sözlerine devam etti:

— Bugün yine çok konuştum, başınızı şişirdim. O kadar birikmiş hatıra var ki… Anlatmak huzur veriyor. Benimle zamanınızı paylaştığınız için sizlere minnettarım.

Biz de artık vedalaşma zamanı geldiğini söyledik. Yavaş yavaş müsaade istedik. “Kısmetse yine geliriz,” dedik. Tam vedalaşıp oradan ayrılacaktık ki…

— Yarım ekmeğiniz olsa da yarısını paylaşın. Büyüklerinizi, komşularınızı, dostlarınızı sıcak yuvanızdan mahrum bırakmayın… Yoksa gün gelir, kapılar kapanır, hatırlayanınız olmaz…

Sabri abiye dönerek, şaka yollu:

— Yine gider ayak mesajını verdin, dedim.

Mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Vedamızı yaptık. “Görüşmek üzere,” dedik. Tam kapıdan çıkarken arkamızdan seslendi:

— Bu topraklarda yaşamak için uyanık olacaksın!..

Söylediği söz, beni derinden etkilemişti. Cebimde zaman yoktu… Ama kulağımda tek o cümle yankılanıyordu.

Kıymetli okurlar… Bugün de bize ayrılan sürenin sonuna geldik. Sürç-i lisan ettikse affola. Hoşça kalın… Kapaklı Gazetesi’nde kalınız.