Huzurevinin bahçesinde rüzgâr hafif hafif esiyordu. O minik fidan artık boy atmış, yaprakları güneşe dönmeye başlamıştı. Her hafta olduğu gibi, yine aynı saatte, aynı kapıdan içeri girdim. Koridorun sonunda cam kenarında oturan o tanıdık yüz… Sabri Abi, elleri dizlerinde, uzaklara dalmış, dışarıdaki bahçeyi seyrediyordu.

Yaklaştığımı fark etti, gülümsedi. “Evlat, geldin demek. Rüzgâr da seninle gelmiş,” dedi.

Her defasında böyle söyler; sanki ben değil, rüzgâr taşıyormuş onu bana.

Yanına oturdum. Bahçedeki fidanı işaret etti.

“Şuna bir baksana, ağaç olmaya niyetlenmiş. Küçücüktü hani; toprakla kavga ede ede büyüyor. Şimdi bak, yapraklarında bir hayat telaşı var.”

Ben de pencereyi aralayıp dışarı baktım, sessizlik arasında sadece kuş sesleri duyuluyordu.

“Evet Sabri Abi,” dedim, “gölgesi bile belli olmuş artık.”

Başını salladı, gözlerini kısıp derin bir nefes aldı.

“Evlat,” dedi, “gölgenin hakkı vardır. Bir fidanı dikerken bunu bilmek lazım. Her kökün bir bedeli, her gölgenin bir hikâyesi olur. İnsan da böyledir; birinin gölgesinde dinlenir, sonra kalkar kendi gölgesini büyütür. Mühim olan, o gölgenin serinliğinde başkalarına da yer bırakmaktır.”

Bir an sustu. Yaşlı elleriyle bastonunu kavradı. Parmaklarının arasından geçen zamanın çizgileri bile bir öykü anlatıyordu.

“Bak evlat,” dedi, “geçen gün bahçeye bir genç geldi. Elinde bir pet şişe, fidanın dibine su döküyordu. Yanıma çağırdım, ‘Oğlum sen mi diktin bu fidanı?’ dedim.

‘Yok amca, ben dikmedim ama kurumaya yüz tutmuştu, su verdim,’ dedi.

İşte o an anladım; fidanı dikmek kadar, yaşatmak da bir iyilikmiş. Herkes eker ama herkes yaşatamaz. Hayatta da böyledir; bazı insanlar iyi bir söz eker, diğeri o sözü yaşatır. Biri bir iyilik başlatır, bir başkası sürdürür. Asıl olan iyiliğin devam etmesi; isimler bir gün unutulsa da hatırası kalır. İşte o zaman gölgenin hakkı ödenmiş olur.”

Sözleri içime ince ince işliyordu. Huzurevinin penceresinden içeri vuran ışık, fidanın gölgesini Sabri Abi’nin yüzüne düşürmüştü sanki . Bir an, zaman durdu.

“Evlat,” dedi yeniden, “gölgeyi kim dikti diye sormaz insan. Altında serinler, şükreder. İnsanlık da öyle olmalı. Kimin iyiliği, kimin emeği olduğu değil; iyiliğin devam etmesi önemli. Emeğin adı değil, hatırası yaşar.”

Ben sustum, o konuştu; kelimeleri bir su gibi akıyordu.

“Bugün insanlar unutur evlat. Kimin ektiğini, kimin suladığını, kimin elini uzattığını… Ama toprak unutmaz. Çünkü toprak şahitlik eder. Bir tebessüme, bir duaya, bir vefaya. Unutulmasın diye kökler sarar birbirini, dallar göğe uzanır. İşte o yüzden diyorum: Gölgenin hakkını ver, toprağın hatırını bil.”

Bir süre konuştuk, sonra sessizlik çöktü. Bahçede bir çocuk koşuyordu, elinde sulama kabı. Fidana doğru yöneldi. Sabri Abi’nin gözleri parladı, dudaklarında ince bir tebessüm belirdi.

“Bak,” dedi, “benim anlattıklarımı biri duymuş olmalı. İşte insanın asıl mutluluğu budur; bir gün biri senin sözünü yaşamaya başlarsa, demek ki sen boşuna nefes almamışsın.”

“Sabri Abi,” dedim, “senin gölgen yeter bize.”

Gülümsedi. “Benim gölgem değil evlat,” dedi. “Benim gölgemi büyüten sizin yüreğinizdir.”

Kapıdan çıkarken, gökyüzü hafifçe karardı. Uzakta bir yağmur bulutu beliriyordu. Rüzgâr hafiften esmeye başladı.

Yine her zamanki gibi içimden geçirdim:

Toprak bir kere daha mucizesini gösterecek.

Sevgili okurlar,

Sabri Abi’nin sözleri bize bir kez daha hatırlattı:

Bir iyilik bazen bir gölgeye, bir gölge bazen bir ömre dönüşür.

Unutmayalım; insanın gerçek büyüklüğü, kendi gölgesinde başkalarına yer açabilmesindedir.