İşlerim dolayısıyla yolum, huzur evinin olduğu kasabaya düşmüştü. Ben de hazır buraya gelmişken, çat kapı Sabri abiye bir uğrayayım dedim.
Girişteki güvenlik beni görür görmez, “Sen Sabri abiye çok iyi geldin, artık o kendini aştı, huzur evinin sınırları dışına doğru yelken açtı” dedi.
“Şimdi nerede?” diye sordum.
“Şu karşımızdaki parkta oturuyordu, en son. İstersen bir oraya doğru bir bak” dedi. Güzel dileklerden sonra güvenlikle vedalaşıp parka doğru yürüdüm.
Bastonunu önüne almış, diğer elini belinin üzerine koymuş, hafif öne doğru eğilmiş, çenesini elinin üzerine yaslamış, karşısındaki banka uzun uzun bakarken gördüm. Yanına oturdum. Gözlerindeki hüzün çaya değil, yıllara dem olmuştu. Gözlerinde derin bir yorgunluk vardı ama gülümsemeyi hiç ihmal etmedi.
“Evlat,” dedi, “insanın en ağır yükü sırtında taşıdığı değil, kalbinde taşıdığıdır. Ben artık iyice yaşlandım,” dedi, bastonunu göstererek. “Bastonum olmazsa yürüyemiyorum. Bu yıllara meydan okuyan ayaklar artık beni taşımakta zorlanıyor.”
“En zor olanı da nedir, bilir misin?” diye devam etti. “Toplumun bakışlarıdır. İnsan bazen kendisini yük gibi hissediyor. Şu karşımızdaki boş bank var ya, aslında orada bir evlat oturmalıydı; bir kız, bir oğul, belki birkaç torun. Ama bak, kimse yok. Yaşlanmak demek biraz daha unutmak demekmiş, unutulmak demekmiş…”
Bir an sustu. O sustukça kalbime bir ağırlık oturdu. Yüreğim parçalandı. Tam o esnada parkta otururken yanımızdan, hareket etmekte zorlanan genç bir delikanlı geçti. O da tek başınaydı, sandalyesini zar zor ittiriyordu.
Sabri abi gözlerini gençten ayırmadan fısıldadı:
“Bak evlat, o genç var ya… İçinde koskoca bir hayal taşıyor. Adı Emre. Daha altı yıl önce, mahalledeki basket sahasında tek başına top oynardı. Herkes onu izler, ‘Çocuk koşamaz, o da yalnız’ derdi. Ama o asla vazgeçmedi, basketi sevdi, hayalini sevdi… Şimdi bedeni ağır geldi, ama içinde hâlâ koşmak isteyen bir çocuk var. Bedenini destekleyecek biri yoksa, o çocuk da, o hayal de ölüyor. Engel vücutta değil, insanda başlıyor; görmezden gelen gözlerde, duymayan kulaklarda, hissetmeyen kalplerde.”
Sabri abinin bu sözleri vücuduma hançer gibi saplandı. Gözlerim doldu, boğazım düğümlendi. Sözlerine devam etti:
“Evlat, bizim istediğimiz çok şey değildi. Elimiz titrediğinde tutacak bir el bulabilmekti. Şimdi sorsan Emre’nin hayali belki sadece koşmaktı. Toplum bizden gözlerini kaçırdıkça hayallerimiz sandıklara gömülüyor.”
Sabri abi bir taraftan konuşurken, diğer taraftan gözlerinden damlacıklar yerdeki taşların üzerine düşüyordu. Sanırsın insanlığa sitem ediyordu:
“Evlat, sen sen ol, gençliğinin ve sağlığının kıymetini bil. Yarın senin de saçların ağaracak, dizlerin tutmayacak, gözlerin görmeyecek. İşte o zaman anlayacaksın ne demek istediğimi. Yaşlıya omuz olmaktan, yardıma ihtiyaç duyanlara yoldaş olmaktan vazgeçme.”
Ruhum derin bir sessizliğe gömüldü. O an sokakta yürürken, önünden geçtiğimiz gençleri, pazar arabasını taşımakta zorlanan yaşlı teyzeleri düşündüm. Çoğu zaman görmezden geliyoruz; çünkü görsek, kendimizde sorumluluk hissediyoruz. Ama işte asıl insanlık tam da o anda başlıyor: görmezden gelmek yerine görmeyi bilmek, görebilmek.
Sabri abi sözlerine devam etti:
“Unutma evlat, bedenim zayıflasa da gönlümüz hâlâ capcanlıdır. Bizim ihtiyacımız olan şey, insanların empati alışkanlığı edinebilmesi, şefkatli bir bakış, içten bir selam, bir dost eli… İşte hepsi o kadar. Görmezden geldiğiniz o yaşlı teyze ya da amca, belki yarın siz olacaksınız. Bugün elinden tutmadığınız, yardıma koşmadığınız hayatla mücadele eden o çocuk, aslında içinizde sakladığınız çocuğun ta kendisi olabilir. Ve bilin ki, bir tebessümle bile birilerinin yorgun kalbine nefes aldırabilirsiniz.”
Tam kalkmaya hazırlanıp Sabri abiyi yerine uğurlayacaktım ki, yanımızdaki boş olan banka yaşlı bir teyze oturdu. Sessizce çantasından bir kek çıkarıp yanına koydu. Kekin üzerine birkaç mum dikti, titreyen elleriyle üzerindeki mumları yaktı. Belli ki kendi kendine doğum gününü kutluyordu. Çevresinde kimseler yoktu. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
O esnada Sabri abi ile tekrar göz göze geldik. Fısıltı şeklinde:
“Bak evlat, işte yalnızlığın resmi budur benim için.”
Sözün bittiği andı, ve sözlerine devam etti:
“O yaşlı teyzenin de evlatları, torunları vardır belki ama şu an kimseler yok. Unutma, asıl engel yürüyememek değil, asıl engel unutulmak. İnsan unutuldu mu ruhu felç olur.”
Kendisini okuyan, izleyen siz değerli okurlara ise şunu söyledi:
“Unutmayın, bir insanın kalbine dokunmak bazen en büyük iyilik olur. Yaşlı bir gözdeki yalnızlığı fark etmek, birinin gülümsemesine sebep olmak… Belki de bu dünyadaki en kıymetli mirastır. Belki yarın sizin de kalbinize umut olacak. İnsanlık paylaştıkça çoğalır, sakın unutmayın. Her kalp sevgiye muhtaç bir çocuktur. Bir gün sizin de eliniz titrer, gözleriniz buğulanır. Bugün siz de bir gönle dokunmalısınız ki, yarın size de uzanacak bir el olsun.”