Dilimize pelesenk olan bir şarkı var ya; “Eylül’de gel demiştim sana, gelmedin. Kaç Eylül geçti aradan, dönmedin… Aylardan Eylül’dü. Evde koltukta öylece uyuyakalmıştım. O esnada telefonum çaldı. Uyku ile uyanıklık arasında gidip gelirken “kapatır, birazdan “ diye düşündüm. Israrla aramaya devam etti.
“Alo, buyurunuz?” dediğimde:
“Ben Huzurevi Müdürü Yusuf Bey,” dedi ve sözlerine devam etti. “Kuzey’in Rüzgarı ile mi görüşüyorum?”
Ben de “Evet,” dedikten sonra “Allah aşkına siz bu Sabri Abi’ye ne tür bir sihirli dokunuş yaptınız? O suskun adam gitti, yerine bambaşka biri geldi. Şu an yanımda, ısrarla sizi aramamı söyledi. Size diyecekleri varmış. Ben kendisine veriyorum”
“Buyur Sabri Abi”
“Evlat, çok düşündüm.”
“Neyi Abi?”
“Neyi olacak? Bu hafta sonu seninle kasabaya gitmeyi, dut Ağacı’nın gölgesinde oturmak, konuşmak, dertleşmek… Hem bu vesile ile dünya gözüyle bir kez daha anıları gözümde canlandırırım”
Ben de kendisine “Müdür Bey’den bu hususta izin aldınız mı?” diye sorduğumda, arka tarafta müdür beyin sesi geliyordu zaten. “Önce izni aldı, şimdi sizi ikna etme derdinde” dedi. “Madem izinler tamam, o zaman nasip ise bu sefer de birlikte gideriz” diyerek vedalaşıp telefonu kapattık.
Ertesi sabah yola koyulma vakti gelmişti. Huzurevine doğru evden çıkmaya hazırlanırken bilinmeyen bir numara aradı. Adının Celil olduğunu, numaraya gazeteye gidip bizzat görüşmek koşuluyla ulaştığını söyledi. “Bu vesile ile size dönüş sağlıyorum, sizinle mutlaka görüşmemiz gerekli”
Ben de “Neden benimle görüşmen gerektiğini?” sorduğumda:
“Size teşekkür etmek istiyorum. Ben uzun zamandır Sabri Abi’yi arıyorum. Kendisi babamın en yakın arkadaşı. Biz kasabadan uzun zaman önce ayrıldık. Yakın zamana kadar kasabada otururlardı. Yakın da sayılmaz, en az 6-7 yılı var. Arada bir ziyaretine giderdik. Kasaba zaten zamanla göçe açık olduğundan, parmaklarını geçmeyecek sayıda evlerde ışık yanardı. En son gittiğimizde hayalet şehre dönmüş. Bir daha kimsenin izine ulaşamadık. Babam vefat etmezden evvel ‘Benim dostum Sabri’yi bul, yaşıyorsa elinden geldiğince yardımcı ol’ diye tembihledi. Şükürler olsun ki sizin sayenizde kendisine ulaşacağım”
Ben de Celil’e “Buyurun, bugün kendisini ziyarete gideceğim. Oradan da birlikte kasabaya gideceğiz” dedim. Benden adresimi istedi. “Birlikte huzurevine gidelim, uzun bir aradan sonra birlikte vakit geçiririz” dedi.
Huzurevine vardık. Sabri Abi bizi kapıda karşıladı. Celil ile bir müddet uzun uzun bakıştılar. Sessizliği Sabri Abi bozdu:
Sen,“benim çocukluk arkadaşım, kardeşim Latif’in oğlu Celil’sin. Yıllar bizi yıpratsa da zihindeki fotoğraflar hep genç kalıyor. Hafiften babanı da andırıyorsun, seni tanıdım.”
Celil ile Sabri Abi birbirlerine öyle bir sarıldılar ki; aradan geçen zamanın hasretliği mi desek, Sabri Abi arkadaşından bir parçasını bulmanın sevinci mi desek, yoksa Celil’in babasına olan sözünü yerine getirmesinin mutluluğu mu desek… Ne dersen de, bu vuslat hafızalara mıh gibi kazınmıştı.
Birlikte hatıralarla dolu kasabaya doğru yol aldık. Yol boyu konuşmalar devam etti. Kasabaya vardığımızda yine bizi derin bir sessizlik karşıladı. Taş duvarların üzerine uzayıp giden sarmaşıklar… Biraz daha içerilere doğru süzüldükçe yıllara meydan okuyan çeşmenin şırıltısı o sessizliği bozuyordu.
Sabri Abi’nin evine ulaşmıştık. Aradan geçen senelerden sonra ilk gelişi idi. İki adım sonrası gençliği, çocukluğu, bu zamana kadar yaşanmışlıklar oradaydı. Etrafı iyice gözleriyle süzdü. Bir taraftan gözlerinde buğulanma, diğer taraftan ah çekişler… Hani bir şey olur da boğazın düğüm düğüm olur, aşağıda inmez yukarıda çıkmaz ya, Sabri Abi o an bu durumu yaşıyordu. İçeriden hanımın “Hoş geldin bey” demesini bekler gibi bir hale bürünmüştü.
Epey bir zaman kendine gelememişti. Kolay değil; bir zamanlar insan sesleriyle şakıyan bahçede şimdilerde kimseler yoktu. Bahçe kapısından içeri girdik. Bir müddet yıllara meydan okuyan dut ağacının yanında bekledi. Elini dut ağacının gövdesine koydu, hafifçe okşadı.
“Evlat, bak, bu ağaç gibi sağlam kökler lazımdır hayatta” dedikten sonra usulca evin giriş kapısına doğru yöneldi. Kapının önünde durdu, elini cebine attı ve cebinden paslı bir anahtar çıkardı. Avucunda ışıldıyordu. Gözlerdeki ciddiyet sanki başka bir şeyler söylüyordu.
“Evlat,” dedi, “aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, anahtar olmadan evin kapısı açılamaz. Bazen bir anahtar öylesine küçüktür ki o an fark bile edemeyebilirsin. Ama o olmazsa olmaz. Yerine göre küçük kapıları açar, yerine göre koskoca saray kapılarını…”
Anahtarı kapıya taktı ve çevirdi. Paslı da olsa kilit gıcırdayarak açıldı. Yavaş yavaş kapıyı içeriye doğru itti. Kapı açıldıkça içeri dolan ışık, yılların karanlığını bir anda dağıttı. Sabri Abi başını salladı:
“Evlat, o gördüğün paslı anahtar sadece kapıyı açmadı; geçmişi, hatıraları, bekleyen umutları da açtı. Bu yüzden her kapının, her yolun bir anahtarı vardır. Elinde yoksa hiçbir şey ilerlemiyor…”
Evin içerisinde anlamlı anlamsız gezindik. İçeride biriken tozu, havayı özgür bırakmak için camları sonuna kadar açtık. Bir ara evin içinde kaybolan Sabri Abi elinde başka bir anahtarla döndü.
“Evlat, bu anahtar da sende kalmalı. Benim olmadığım zamanlarda yolun bu taraflara düştükçe benim hatıralarımı canlandırırsın” dedi.
Yanımızda getirdiğimiz erzakları Celil, bahçedeki dut ağacının altında “pazar yeri açmış gibi” dinlenme molası diye seslendi. Birlikte gölgesine oturduk. Kasabayı herkes terk eylemiş olsa da dut ağacının daimi misafirleri arasındaki kuşların ötüşmesi başladı. Kuşların ötüşüyle kasabanın sessizliği birbirine karışmış, karışık bir huzur vardı.
Sabri Abi kafasını yukarı doğru kaldırdı, dut ağacını iyice süzdükten sonra derin bir nefes aldı ve başladı konuşmaya:
“Evi nasıl da sahiplenmiş gördünüz mü? Dallarını uzatmış, gövdesi ile sanki evi kucaklıyordu. İhtişamıyla buranın anahtarı da, koruması da benim mesajı veriyor sanki…”
Sabri Abi elini tekrardan cebine attı, anahtarı çıkardı, bize doğru göstererek:
“Anahtarın garip bir huyu vardır. Yalnız kapıyı değil, insanın içini de açar.”
“Nasıl?” diye sorduğumuzda:
“Biraz evvel şu gördüğünüz kapıyı açmakla kalmadı, orada yaşanmışlıkları, hatıraları onun sayesinde geçmişim gözümde yeniden canlandı. Bu nedenledir ki; eve girmek için elinde olmalı, gönüllere girmek için de dilinde ve yüreğinde olmalı. Anahtar yalnızca elimizdeki metalden ibaret değil; bazen bir cesaret, bazen bir umut, bazen de bir araya gelmenin, omuz omuza durmanın sembolüdür…” dedi.
Çayından bir yudum daha aldı. Sesi bu kez daha sakin ve derindi:
“Evlat, doğru anahtarı bulmak bazen koca bir kasabayı, toplumu ayağa kaldırır. Her şey değişir. Bütün güzellikler kapının açılmasıyla ortaya çıkar. Işık girer, nefes girer. Anahtar uyumlu ise kapı açılır. Aksi halde bizim kasaba gibi hayalet şehre dönüşür. Anahtar elindeyse kapı senin, kapı senin ise yollar açıktır. Tarlalarda başakların çokluğunun önemini ancak hasat zamanı çıkan tahıldan anlarsın” dedi.
Bugün de bir yolculuğumuzun daha sonuna geldik. Kasabanın kokusunu, evin sessizliğini, dut ağacının gölgesini hepsini bir arada bırakarak kasabadan ayrıldık.