Huzurevinin olduğu kasabanın üstüne sonbaharın o ağır sessizliği çökmüştü. Kaldırım kenarlarına dökülen yapraklar, rüzgârın her dokunuşunda, tıpkı insanın içindeki sükûtu hışırdatarak hatırlatıyordu.

O sarı sessizliği yara yara huzurevine doğru yürürken bir taraftan rüzgârın savurduğu sarı yapraklar usul usul konuşuyordu sanki; Adımlarım, avludaki kuru yaprakları hışırdattıkça, her biri geçmişten bir hatıra gibi ayaklarımın ucuna savruluyordu. Bahçe, mevsimin hüznünü taşıyor ama yine de huzur veriyordu.

Sabri Abi, bahçedeki eski ceviz ağacının gövdesinin altında, çok önceleri marangozda yaptırdığı ayakları oval salıncak sandalyesine oturmuş, birazdan hafif hafif kendini sallarken gözlerini uzaklara dikmiş bakıyordu.

Yüzünü bana döndü. Sesi eskisinden bir tık daha ağırdı:

“Geldin ha?” dedi, yüzünde belli belirsiz bir tebessüm.

“Bazıları var ya… Senin sırtına yaslanır, güç alır. Ama sıra sana gelince bir gölge kadar bile duramaz arkanda. Çünkü vefanın ne olduğunu bilmezler.

Otur hele, şu yaprakların dili var bugün.”

Yanına oturdum. Bir süre sessizce sararan ağacın dallarına baktık. Rüzgâr yüzümüzden geçerken, ikimizin yerine konuştu; ağaçlardan düşen her yaprak, nedense içimdeki kırgınlıklarla yarışıyordu. Derin bir nefes aldı ve sözlerine devam etti:

“Sonbahar insanı konuşmaya zorluyor bugün.”

“Bak evlat,” dedi, “insan bazen yanlış insanların yanına düşer. Onlar da seni kendine benzetmeye çalışır. Yapamazsan arkandan konuşur. Sana sırtını dayayanlar, ilk fırsatta seni devirir. İnsanlık bu… Ama sen sakın bunların gölgesine bakma. Sen köküne bakacaksın.”

Gözlerimi kısıp ona baktım.

“Kolay mı abi? Sözler verdikten sonra durmamak; aynaya dönüp kendi kusurlarıyla yüzleşmek yerine arkadan konuşmalar yapmak… İnsanın içini çekiyor. Delikanlılığın hangi kitabında yazıyor?”

Başını salladı.

“Kolay mı olur hiç? Kolay olan şey insanlık mıdır sanki? Bak evlat…” diye nefesini derin çekti, sanki bir ömür boyu içine attığı her şeyi tek seferde bırakacakmış gibi.

“Ahde vefa dediğin şey, adamın soyunda olmalı. Sonradan öğrenilmez. Hele ki verdiği sözü tutmayanın, geride kalan vefayı taşıması imkânsızdır. Hak edenin sesi değil evlat, hak etmeyenin sesi batar insana. Ama unutma… Karga da ötüyor, bülbül de. İkisinin de sesi var; ama biri ömrünü güzelliğe, biri çöpe harcıyor.”

Bir anda sustu. Cebinden buruşturulmuş bir kâğıt çıkardı.

“Bunu yıllar önce bir yerden duymuştum,” dedi. “Aklımda kaldı. Belki sana da dokunur.”

Kısık sesiyle okudu:

“Beni yargılamadan önce, benim ayakkabılarımı giy. Benim yürüdüğüm yollardan yürü. Benim taşıdığım yükleri taşı. Sonra yine yargılamak istersen, durma.”

Kâğıdı dizine bıraktı.

“İşte evlat… İnsan arkandan konuşuyorsa, bil ki senin ayakkabılarını giymeye cesareti yetmediğindendir. O insanlar senin bastığın taşlara bassalar, ayakları çatlar. Sen yürüdüğün yollarda dik durduğun için rahatsız oluyorlar.”

Bir süre sessizlik oldu. Huzurevinin bahçesine uzaklardan bir çocuk çığlığı karıştı; yaşamın tüm döngüsü o sessizliğe değdi sanki.

Ben kırgınlığımı anlatmak üzereyken Sabri Abi, eliyle durdurdu:

“Dur hele… Bak sana bir şey anlatacağım,” dedi.

Yüzü yıllar öncesine gitti.

“Bizim köyde Derman vardı. Herkesin işine koşar, herkesin derdine derman olurdu. Bir gün birileri çıktı, Dermanı çekiştirmeye başladı. ‘Şunu yapmadı, bunu yapmadı’ diye. Derman da kahvede oturuyordu. Yüzünü bile kaldırmadı. Sustu sandılar. Meğer o sessizlikte bir ömürlük ders saklıymış. Dedi ki:

‘Benim yaptığım iyiliklerin defteri Allah'ın elinde. Sizin elinizde olsa çoktan yırtıp atmıştınız.’

Ve gitti. Bir daha da kimse arkasından konuşamadı.”

Başımı öne eğdim. Yüzümdeki kırgınlık yerini ağır ama güçlü bir kabullenişe bırakıyordu.

“Sen de öyle yap evlat,” dedi.

“Bir kapıyı kapattın diye dünya yıkılmaz. Ama yanlış insanların gölgesinden çıktın diye dünya ferahlar. Sözünde durmayanın sözü zaten söz değildir. Sen temiz kal; gerisini hayatın rüzgârı süpürür.”

“Unutma… İnsanlar arkandan konuşabilir, seni yanlış anlayabilir, yok sayabilir. Ama vefa, giydiğin ayakkabının içindedir. Sen doğru yolda yürüdükçe, yanlışlar zaten yolun gerisinde kalır. Hayat evlat… Düşene değil, dönene bakar.”

Ve ekledi, eli omzumdayken:

“Sen yoluna bak. Varsa ahdin, vefan… Gerisini sakın düşünme. İnsanlığa bırakacağın iz, onların lafından değil; senin duruşundan belli olur.”

O an bahçedeki sarı yapraklar bile sanki biraz daha yavaş düştü. rüzgâr bile durdu sanki:

Sanki sonbahar bile Sabri Abiyi dinliyordu.

Elini dizine vurdu:

“Bak sana bir şey anlatayım,” dedi.

“Bizim kasabada bir Deniz Dayı vardı. Ömrünü mahalleye vermiş adam. Bir gün birkaç nankör toplanmış, adamı çekiştiriyorlar. ‘O da şöyleydi, böyleydi…’ diyorlar. Deniz Dayı çıkmış karşılarına:

‘Ben sizin dilinize düşecek kadar küçülmediğim için utanmıyorum. Siz benim yaptıklarımı çekiştirecek kadar alçaldığınız için utanın.’

Demiş… Evlat, o söz o mahalleyi hâlâ ayakta tutuyor.”

Sonra bana döndü, daha da yaklaştı. Bakışı ağırlaştı:

“Sözüne sadık olmayanla yol yürünmez. Ömrünü adamış olsan da, karşısında eğilsen de, omzundan tutup kaldırmış olsan da fark etmez. İnsan vefasızsa, güneş açsa da gölge vermez.”

Gökyüzüne baktık. Birkaç yaprak yüzümüze düştü.

“Sen yanlış insanların sofralarından kalktın. Helal olan tarafa oturdun. Bunu bile hazmedemeyenler, seni kendi eksikliğiyle yargılıyor.”

Ayağa kalktı. Elini tekrar omzuma koydu. Bu kez sesi yumuşak değil, ders vericiydi:

“Unutma evlat…

Doğru adamın yükü ağır olur.

Vefalı adamın dostu az olur.

Ama dik duran adamın alnı hep ak olur.”

Gözlerinin ucuyla bakıp ekledi:

“Sen kendi yolunda yürü.

İstersen arkan sıra fırtına kopsun.

Kasırga bile yiğidin ayağındaki toprağı sökemez.”

Ve son cümlesi, sonbahar rüzgârının bile durduğu an geldi:

“Ahde vefa dediğin, insanın kim olduğunun en sessiz ama en gür bakan aynasıdır. O aynaya bakınca yüzü kararmayanın yolu her zaman aydınlık olur.”

Unutmayalım; insanın gerçek büyüklüğü, kendi gölgesinde başkalarına yer açabilmesindedir.