Kıymetli Okurlarımız, Bu hafta sizlere huzurevinin mutfağından, güvenliğinden, her gün çeşit çeşit mis gibi yemeklerinden, günlük değişen yatak örtülerinden... Kısacası, Sabri abinin ne tür temiz ve hijyenik bir ortamda olmasına rağmen mutlu olmamasına nasıl bir çözüm bulabiliriz diye, müdür bey ile huzurevini gezip anlatacak; zaman kalırsa Sabri abi ile hasbihal edecektik.

Geçen hafta kapıya yöneldiğim esnada Sabri abinin söylediği o sözü yol boyunca düşündüm. Aklımı sürekli meşgul etti. Sabri abi ne demek istemişti?

“Evlat, toprak yaşarsa insan yaşar. Şu gül kokarsa çocuk güler.”

Düşünmek yerine, ne demek istediğini araştırmaya karar verdim.

Söyledikleri bir cümleden ibaret değildi; sanki bir şeyleri anlatmak istiyordu. Kararımı vermiştim: Çocukluğunu, gençliğini, geçmişini bıraktığı o toprakları ziyaret edecek; ne demek istediğini çözmeye, en başından –doğduğu yerden– başlayacaktım.

Sabahın ilk ışıklarıyla sırt çantamı aldığım gibi yola revan oldum. Gideceğim yer ne çok uzaktı ne de çok yakın, fakat hatıralar ağırdı. Ne ile karşılaşacağımı bilmiyordum. Sabri abinin eskiden yaşadığı topraklara yaklaştıkça tatlı bir heyecan sardı içimi.

Fakat yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Yaklaştıkça derin sessizlik kendini daha da belli ediyordu. Ne bir kuş sesi, ne kedi köpek sesleri, ne de sokaklarda koşuşturan çocukların çığlıkları... Tarlalarda çalışan insanların kahkahaları da yoktu. Sanki sihirli bir el zamanı durdurmuştu. Ama yaşanmışlıklar her taşın, her ağacın gölgesine sinmişti.

Kasabaya vardığımda, girişte yosun tutmuş bir köprü karşıladı beni. Bir de derin sessizlik... Sanırsın rüzgar bile esmeyi unutmuştu. Taşköprüden geçerken aşağıya doğru gözlerimi diktiğimde, belli ki bir zamanlar şırıl şırıl akan dere artık akmıyordu. Kurumuştu. Tıpkı yıllardır bekleyen ama kimse gelmeyince içine kapanan, sürekli huzurevi penceresinden dışarıyı izleyen; geçmişiyle ayakta durmaya çalışan Sabri abi gibiydi.

Yavaş yavaş kasabanın içine doğru süzüldüm. Sabri abinin gider ayak söylediği o sözün ne için söylendiğini anlar gibiydim. O sadık yarına, topraklarına varmıştım. Etrafta hâlâ kimseler yoktu. Biraz daha yürüdüm. Sonra bir kasaba kahvesi gözüme ilişti. “Belki burada birileri vardır,” düşüncesiyle yaklaştım. Yaklaştıkça daha net görmeye başladım.

Kahvehanede bir terk edilmişlik göze batıyordu. Camları kırılmış, kapısı paslı, masalarda artık çay bardakları yerine tozlar birikmişti. Sabri abi sohbeti ve çayı seven biri olduğundan, evi de buralara uzak olmasa gerek diye düşündüm. Biraz arama yapınca doğduğu evi bulmak zor olmadı.

Kırık dökük kapıdan içeri doğru süzüldüm. Avlunun tam ortasında bir dut ağacı vardı. Kapıdan içeri girdiğimde, üzüm bağları için yaptığı asma zamanla üzümün ağırlığına dayanamamış, artık pes ederek direnmekten vazgeçmiş, yana devrilmişti. Dut ağacı ise, onca yıldır su verilmemiş olmasına rağmen toprağın derinliklerine doğru kök salmış; adeta yıllara meydan okumuştu.

Dut ağacının altında bir müddet bekledim. Dallarında birkaç kuş cıvıldıyordu. İçimi bir taraftan ürperti, diğer taraftan burukluk ve hüzün sarmıştı. Sanki Sabri abi birazdan evden çıkacak,

“Evlat, sen mi geldin?”diye seslenecek gibi hissettim.

Bir köşeye oturdum, gözlerimi kapattım. O esnada Sabri abinin sesleri dimağımda yankılandı:

“Biz çocukken her yer yemyeşildi evlat... Toprak kokusunu bilirdik. Elllerimize, ayaklarımıza çamur bulaşırdı ama kalbimize doğa sinerdi.”

Sonra düşündüm...Biz ne yaptık?

Neler yaptık bu topraklara?

Toprağın üzerini örttük, ama hatıraları göremedik.

Sabri abi anlatırken sadece kendi hayatını değil, bir kuşağın da suskunluğunu dile getiriyormuş meğer. Yıllar önce meydanlarda koşuşturan çocuklar, şimdilerde hangi apartmanın beşinci altıncı katlarında dijital oyunlara tutsak? Hangi kuyu başında içilen soğuk sular, şimdi market raflarında plastik şişelerde?

Biz ne zaman suya, ağaca, toprağa... Kısacası, insanlığa yabancı olduk?

Kendi kendime konuşup dururken, tam o esnada dut ağacının altında –elinde bastonu, beli kamburlaşmış– bir kadın belirdi. Titrek sesiyle,

“Sen yabancı değilsin... Sabri abinin akrabası mısın yoksa?”dedi.

Ben de, haftada birkaç kez yanına giderek onun hikayesini dinleyen, bilgilerinden istifade eden, huzurevinde ona yarenlik eden birisi olduğumu söyledim.

Yaşlı ninenin yüzünde yılların yorgunluğu vardı. Hafifçe gülümsedi:

“Onun hikâyesini dinlediysen, bilgisinden faydalandıysan... Toprağını da tanırsın, hayatı da,” dedi ve yürüyüp gitti.

O zaman anladım ki, toprak sadece ürün veren bir araç değil; geçmişin ta kendisi.

Kime ait olduğunu bilmeyen her toprak, unutulmuş bir hatıradır.

Sabri abi...

Bu hafta senin yanına gelemedim.

Ama senin yüreğinin izini sürdüm.

Ben, “Sana geleceğim,” demiştim.

Fakat senin sesin, beni geçmişin izlerinin olduğu o kasabaya, o topraklara, o dut ağacının altına... sadık dostluğunu kurduğun o yerlere doğru sürükledi.

Seni şimdi daha iyi anlıyorum.

Artık biliyorum: Toprağın da hafızası var.

Unutmaz.

Terk edilse bile, küsmek bilmez.

Yeter ki çocuklar yeniden üzerinde oynasın...

İnsanlar tekrar desin ki:

“Bu ağaçlar, bu ormanlar bizim gölgemiz...”

Gölgesinde gölgelensinler, otursunlar, dinlensinler.

Çocukların toprakla, çamurla oynamasına izin versinler.

Tertemiz orman havasını ve toprağın kokusunu ciğerlerinde hissetsinler.

Kısacası:

Toprak yaşarsa insan yaşar, orman yaşarsa tüm canlılar yaşar.

Ormanları da, çevreyi de, toprağı da... ancak biz koruruz.

Kıymetli okurlar,

Bugün de bize ayrılan sürenin sonuna geldik.

Sürç-i lisan ettiysek affola.

Hoşça kalın,

Kapaklı Gazetesi’nde kalın.

Dilek, görüş, istek ve temennileriniz için bizlere yazarsanız mutlu oluruz.

[email protected]