Sevgili okurlarımız,
“Sayılı gün çabuk geçer.” derler ya, o türden... Göz açıp kapayıncaya kadar zaman ne kadar hızlıca akıp gitti, anlayamadık. Akrep mi hızlı, yelkovan mı? Bir türlü bunu anlamış değilim. Siz siz olun, yine de zamanın gerisinde kalmayın, kıymetini bilin, israf etmeyin.
Sahi, nerede kalmıştık? Bir türlü Sabri abiye doğru yola çıkamadık. Sizleri de anlıyorum; en az benim kadar heyecanlısınız, bu hafta ne konuşulacak, merak içerisindesiniz.
Nihayet yola çıkma vakti geldi. Huzurevinden de beklediğimiz haberi aldık. Yavaştan yola koyulmaya başlayalım. Aylardan temmuz... Havada öyle yakıcı bir sıcak var ki içerideki serin havayı bırakıp insanın dışarı çıkası gelmiyor. Fakat bir taraftan da akşama kadar sıcak havada çalışanları düşününce... Hele de okurlarımızın bu haftaki yazıyı sabırsızca beklediğini bildiğimizden, şimdi bekleme vakti değil, yola revan olma vaktidir diyerek hazırlanıp merdivenleri birer birer indim.
Sabri abi ile buluşacağımız yere varmadan evvel yaklaşık bir kilometre yol yürümem gerekiyordu. Bir taraftan yolu yürürken, diğer taraftan “Durakta bekler miyim? Vasıta hemen gelir mi? Yoksa gelip gitti mi?” diye düşüncelerle durağa vardım. Neyse ki fazla beklemeden araç geldi. Yaklaşık bir saate yakın yol gidecektik. Araca binmesine bindik de yolcular kendinden geçmiş vaziyette… İçerisi sıcak mı sıcak! Ne açılan camlar fayda veriyor ne de şoförün sıcakta sıcak sıcak üfleyen fanı…
Kendi kendime “Bu sıcakta sağ salim Sabri abiye kavuşabilirsek iyidir.” diye konuşmaya başladım. Şoför de halinden memnun değil gibi… Yoldaki çukurlar bile umurunda değil. En sonunda dayanamadım:
— Şoför bey, hava sıcak, yollar bozuk… Bunları anladık ama sen de zahmet edip klimayı açmıyorsun, dedim.
Demeye kalmadı, şoför bir volkan gibi:
— Ben istemez miyim klimayı açmayı, sizleri serin serin götürmeyi? Akşama kadar direksiyon sallıyoruz. Günün sonunda karın tokluğuna çalıştığımızın farkına varınca... Bir de ekstradan klimayı açarsam, o zaman ay sonunu nasıl getireceğiz? diye başladı konuşmaya.
Anlaşılan şoför tepesine kadar doluydu. Bu sıcakta şoförün dertlerine tahammül edecek durumda olmadığım için “Haklısınız.” demekle yetindim.
Nihayet bir saatlik bir yolculuğun ardından yaklaştığımı fark ettim. Şoföre seslendim:
— Huzur Sokağı’nda inecek var. Lütfen beni durakta indirir misiniz?
Sabri abi ile aramızda çok mesafe kalmamıştı. Dolmuştan indim. Yaprak kıpırdamayacak kadar sıcak vardı. Sanki asfalt üzerinde ateş yakmışlarcasına betonun sıcaklığı yüzümü yalıyordu. Huzurevine doğru yürürken kendi kendime:
“Keşke kaldırım boyu aralıklarla ağaçlar dikilse... Serin serin altında yürürdük. Daha güzel olmaz mıydı?” diye söylendim.
Nihayet beklediğimiz haftalık buluşmaya dakikalar kalmıştı. Gerekli kontrollerden geçtikten sonra Sabri abinin ve diğer huzurevinde kalan büyüklerimizin ortak alan olarak kullandığı salon katına vardım. Usulca kapıyı araladım. Bayram yoğunluğu gibi olmasa da yine de hemen hemen herkesin yakını gelmişti. İçeriyi göz gezdirdikten sonra, Sabri abi ile ilk tanıştığımız yöne doğru yöneldim. Yine aynı yerindeydi. Cam kenarı, onun vazgeçilmezi olmuş. Günün çoğunluğunu dışarıyı seyrederek, bir taraftan geçmişini düşünerek, bir taraftan da “Nerede yanlış yaptım?” diye kendini sorgulamakla meşguldü.
Yanına yaklaştım. Beni fark etmedi. Belli ki bu sefer çok uzaklara gitmişti.
— Sabri abi, nasılsın?
Duymadı anlaşılan. Kendini derin dehlizlerden çıkarmak kolay olmayacaktı bu sefer. Ses tonumu biraz yükselterek:
— Sabri abi! Sabri abi! diye arka arkaya tekrar edince, uykudan uyanmışçasına irkildi:
— Oo evlat! Sen miydin? Kusura bakma, geldiğini fark edemedim.
— Hayırdır Sabri abi? Anlaşılan geçen hafta birbirimize verdiğimiz sözü de unutmuşsun. Hani her hafta bir sorun olmadığı müddetçe ziyaretine geleceğim, senin engin bilgilerinden istifade edeceğiz, hasbihal edeceğiz dememiş miydik? Ne sen yalnız, ne ben sohbetsiz, ne de bizi okuyanlar senin bilgilerinden mahrum kalacak dememiş miydik?
— Evet evet, hatırladım evlat, dedi ve sözlerine devam etti. Yaşlılık işte, insan bazen unutabiliyor…
Hoş beşten sonra, ben de Sabri abinin karşısına sandalye çekip oturdum. O esnada yanımızdan geçen, çay ikramı yapan görevli arkadaştan iki çay istedik. Sohbet çaysız olmazdı. Çay, dostlukları ömürlük kılardı. Sohbetlerin vazgeçilmez simgelerinden biriydi.
Daha biz sohbete başlamadan çaylarımız geldi. Belli ki çay tazeydi, buram buram bergamot kokusu geliyordu.
Sabri abi ile derin bir sohbete koyulduk. Laf döndü dolaştı, çevre ile alakalı sorunlara… Çayından bir yudum aldıktan sonra gözlerini uzaklara dikti, derin bir iç çekti ve başladı anlatmaya:
— Çocukluğumun, gençliğimin ve yaşlılığımın çoğunu harcadığım toprakları bırakıp… ya da bırakılmak zorunda kalıp mecburen dört duvar arasına sıkışıp kalmak için miydi onca zahmet, onca gayret? Düşündükçe kendime kızıyorum. En kıymetli zamanlarımı harcadıklarımdan şimdi hiçbirisi uzun zamandır ne arıyor ne soruyor. İhtiyaç fazlası ürün gibi bir kenara atılmak zoruma gitse de… Büyük olmak zor işte. Onlar sağ olsun, gelmezlerse gelmesinler...
Ve devam etti:
— Evlat, bilir misin? Eskiden yaşadığım memleketim baharda bir başkaydı. Buram buram toprak kokusu… Yemyeşil ağaçlıklar vardı. Toprak ne ekersen mutlaka karşılığını verirdi. Hiç itiraz etmezdi. Belki teknolojimiz gelişmemişti ama yediğimiz içtiğimiz her şey... Şimdilerde “organik” deniliyor ya… Biz ona “ata mahsulü” diyorduk. Lezzeti başka, kokusu başka idi…
Arada bir burada büyükleri olanların torunları, çocukları geldiklerinde anlatırlar: “Sizin zamanınızdaki temiz havanın yerini plastik kokuları, egzoz dumanı, betonlaşma aldı.” dediklerinde kendi kendime “Demek ki artık şu an dört duvar arasında yaşadığım yerle, bir zamanlar gençliğimi, çocukluğumu, yıllarımı verdiğim memleketim arasında pek bir fark kalmamış.” diyorum.
Bir taraftan Sabri abiyi can kulağıyla dinlerken, diğer taraftan düşündüm... Haklıydı, hem de çok haklıydı. Sabri abinin bir zamanlar yaşadığı şehir, gerek nüfus bakımından gerekse betonlaşma yönünden hızla büyümeye başlamıştı. Büyümesine büyümüştü fakat doğası, toprağı, suyu ne kadar korundu ya da korunabildi?
Sabri abi, elindeki baba yadigârı işlemeli tesbihini sehpanın üzerine bırakıp çayından bir yudum daha alarak kaldığı yerden anlatmaya başladı:
— Evlat, dedi, ben yıllarımı toprağa verdim. Gençliğimi toprağa verdim. Çocukluğumu toprağa verdim. Âşık Veysel’in de dediği gibi: “Dost dost diye nicesine sarıldım, benim sadık yârim kara topraktır.” Toprak bana öyle bonkör davrandı ki hiçbir şeyim eksik olmadı. Onun sayesinde çocukları okuttum, onun sayesinde ihtiyaç sahibi insanlara yardımcı oldum. Gel gör ki bir kendime faydalı olamamışım. Bir zamanlarımı verdiğim topraklar, eskisi kadar ürün vermez oldu deniliyor. Sanayi bölgelerinden çıkan atıklar, yer altı suları kimyasallarla buluşursa… O zaman her şey büyür ama sağlık küçülür. İşte o zaman dönüşü olmaz, evlat...
— Biz çocukken koşacak yer mi arardık? Her yer alabildiğine yemyeşildi. Şimdilerde bazen sokağı gören camdan bakıyorum da çocuklar beton üzerinde seksek oynuyor. Kendi elimizle, kendi torunlarımıza, çocuklarımıza, doğada yaşayan binlerce canlıya alan bırakmadan her yeri betonla dolduruyoruz. Çocuk tozla toprakla oynayacak ki vücudu bağışıklık kazansın. Büyüyoruz diyoruz ama aslında büyürken kendi alanlarımızı küçülttüğümüzün farkında değiliz...
Sabri abi bir taraftan anlatırken, diğer taraftan belli ki çocukluk yıllarına doğru bir yolculuğa çıkmıştı. Sesindeki titreme ve gözlerinden süzülen damla damla yaşlar, şakaklarına doğru akıyordu. Aslında haksız da sayılmazdı. Beton bağımlısı olup çıkmıştık.
Keşke her evin önünde, kaldırım ile asfaltın bitiştiği noktada mis gibi kokan çeşitli türden ağaçlar olsa… Hem etrafa hoş kokular saçar, hem dalında kuşlar konaklar, hem de gölgesinde insanlar serinler. Hele bir de her ağacın altında sokak hayvanlarının su içebileceği türden tabaklar olsa… Fena mı olurdu?
Sabri abi, cebinden çizgili beyaz mendilini çıkarıp gözünden süzülen yaşları sildi. Ardından çayından bir yudum daha alıp içli içli “Ah...” çektikten sonra yine başladı anlatmaya:
— Evlat, dedi, biz okuyamadık ama hayatı iliklerimize kadar okuduk ve yaşadık. Geçenlerde hayırseverlerden bir tanesi, huzurevinin bir odasını kütüphaneye dönüştürmek için gelmiş. Müdür Bey bize anlattığı zaman, ne kadar mutlu oldum bilemezsin. Okumayı çok istedik, olmadı. Kitaplarla haşır neşir olmak bir başkadır. Benim yaşadığım topraklarda o zamanlar kütüphane yoktu. Öğrendim ki hâlâ gençlerin birlikte boş vakitlerini değerlendirebileceği, kendilerini geliştirebileceği bir kitabevi yapılamamış. Gençlerin kitap kokusundan mahrum bırakılması beni derinden üzdü.
— Umarım tez vakitte çocuklarımız, gençlerimiz için bir kütüphane yapılır. Okumaya, okuduğumuzu anlamaya, anladığımızı anlatmaya ve yaşamaya çok ama çok ihtiyacımız var. Okudukça insan bilgi paylaşmayı öğrenir. Saygıyı, sevgiyi öğrenir. Okudukça sürekli kendini yeniler. Okudukça etrafında olup biteni sorgulamayı öğrenir. Okumanın da öğretmenin de yaşı yoktur...
Her ne durumda ve koşulda olursanız olun; yüzünüzden tebessümü, kalbinizden sevgiyi asla eksik etmeyiniz. Kendi kendinize şunu söyleyiniz: “Kendimi seviyorum, insanları seviyorum, hayatı yaşamayı seviyorum.” Bu kelimeleri söylemekten vazgeçmeyiniz. Kendisiyle barışık olan, hayatla da barışık olur.
Kıymetli okurlar,
Bize ayrılan süre burada bitti.
Sabri abi ile vedalaştık. “Gelecek hafta görüşmek üzere.” dedim. Kapıya doğru yöneldim. Birkaç adım attım ki arkamdan seslendi:
— Evlat, toprak yaşarsa insan yaşar… Su gül kokarsa çocuk güler, dedi.
— Giderayak yine bilgeliğini konuşturdun Sabri abi, dedim. Hafif bir tebessüm belirdi yüz ifadesinde.
Sürç-i lisan ettikse affola... Hoşça kalın, Kapaklı Gazetesi’nde kalın.
Dilek, istek ve temenniler için:
[email protected]
Kuzeyin Rüzgarı
Davut Aktürk