O dut ağacının gölgesinde ne kadar süre kaldım farkında bile değilim. Yılların hesabını veren bir vicdan gibi susmuştum; gözlerim kapalı ama kalbim açıktı. Farkında olmadan derin hülyalara daldım. Ağacın dalları arasındaki birkaç kuşun yüksek sesli çırpınışlarıyla aniden kendime geldim ve ayağa kalktım. Güneş ufuktan batmak üzereydi. Sabri abinin yaşadığı kasabayı ve ona ait olan maziyi arkamda bırakarak oradan uzaklaştım.

Gece yarısına doğru evime gelmiştim. Günlerden Huzurevi günüydü. Kasabaya giderken nasıl heyecanlıysam, şimdi de aynı heyecanla huzurevinin kapısından içeri girdim. Bu saatlerde yine büyük salonda otururlardı. Bulundukları kata çıktım. Kapıyı usulca açıp içeri giriş yaptım. Sabri abi yine o pencerenin kenarındaydı. Gözlerini uzaklara dikmiş, sanki zamanı bekliyordu. Yanına yaklaştım, sandalyeyi çekip yanı başına oturdum. Elimi omzuna koyduğumda başını bana doğru çevirdi. O an göz göze geldik. Uzakları izlemekten mi, gelmeyen yolcuyu beklemekten mi, yoksa film izlercesine zihninde maziye yolculuk yapmasından mı... gözleri buğuluydu. Bir müddet birbirimizi süzdük. İkimiz de suskunduk ama bakışlarımız çok şey söyledi.

Sonra yavaşça fısıldadı:

— Gittin mi? dedi.Başımı salladım.

— O dut ağacı hâlâ orada, dedim.

Hafif tebessüm etti.

— Evlat, ben hâlâ buradayım ama kimse fark etmiyor, dedi.

Bu söz içime oturdu. Sözün gırtlağa boğum boğum dizildiği andı. Hiçbir şey diyemedim. Nice sonra elini tuttum. Eli sertti ama yumuşak bir sıcaklık vardı. Sözlerine devam etti:

— İnsan uzaklaştıysa önce kendine küsmüştür. Evlerimizi büyüttük ama yüreklerimiz küçücük kaldı.

Sabri abi bir taraftan konuşurken, diğer yandan gözlerinden damla damla yaşlar şakaklarına doğru süzülüyordu. Aslında akan bu gözyaşları çaresizlikten değil; unutulmaktan dolayı akan sitem gözyaşlarıydı.

— Sabri abi, sen biraz istirahat et. Okurlarımıza seninle nasıl tanıştığımızı anlatayım, sonrasında senin engin bilgi birikiminden faydalanmaya devam ederiz, dedim.

Mevsimlerden ilkbaharın sonu, yazın başlangıcıydı. Aylardan haziran; bayrama sayılı günler kalmıştı. Ben ise kara kara düşüncelere dalmıştım. Büyüğe koysam dolmuyor, küçüğe koysam almıyor. Bayram iyiden iyiye yaklaşmıştı. Zaten senede bir defa, bilemedin iki defa doğduğumuz toprakları ziyaret edebiliyorduk. Hep derler ya: “Doğduğun yer değil, doyduğun yer vatanındır.” Aslında öyle düşünüldüğü gibi olmuyor.

Tozuna, toprağına karıştığın; çocukluğunun geçtiği, belli bir yaşa kadar büyüdüğün, anılar ve hatıralar biriktirdiğin memleketinin tadı ayrı oluyor. Biz de doğduğumuz toprakları geride bırakarak doyacağımız topraklara doğru yolculuğa çıkmıştık. Belki daha iyi koşullarda yaşarız, çocuklarımıza ileriye dönük okumaları için daha iyi gelecek hazırlayabiliriz diye. Bu, bir zorunluluktu. Gitmesine gitmiştik fakat zamanla hayat şartları istenildiği gibi devam etmedi.

Nerede kalmıştık... Hatırladım. Bayram iyice yaklaşmıştı. Gün boyu memlekete gidebilme hayalleri kurduğumu düşünüp durdum. Halbuki hayaller bir türlü gerçeğe dönüşmüyor, hep hayalde kalıyordu. Velhasıl, beynimi kemiren memleket hasreti içerisinde akşam oldu. İş paydos zili çaldı. Fabrikanın önüne servisler yaklaşmıştı. Kalkış saati uyarısı yapıldıktan sonra eve doğru yolculuk için araçtaki yerimi aldım.

Düşüncelerime söz geçiremiyordum. Kendimi dış dünyaya kapatmış bir vaziyette, bir taraftan ayın sonunu nasıl getireceğimi düşünürken, bir taraftan da en azından bu bayramda memlekete gidip oradaki eş dostla hemhal olabilme arzusu ile yanıp tutuşuyordum. Diğer taraftan da kendi kendime şu soruyu yöneltmekten geri kalmıyordum: “Aldığın maaş belli; asgari ücretin bir tık üstü. Ev kira, elektrik, su, doğalgaz, çocukların da masrafları var. Şimdi bu durumda gittiğinde masraflar iki katı artacak. Zaten zar zor geçiniyorsun; kendini iyiden iyiye felakete sürüklemenin bir anlamı yok.” diyen iç sesime kulak vermeden edemiyordum.

Bir girdaba girmişçesine bir türlü kurtuluş yolu, terazi dengesi bulamıyordum. O esnada servis şoförü beni indireceği durağa gelmişti. Fakat ben kendi içimde sorunlarla boğuşurken farkında bile değildim. Birkaç defa seslenmiş, ben duymamışım. Sonra acı bir korna sesiyle irkildim:

— Hey! Kuzey'in Rüzgarı! Kaçtır sana sesleniyorum, duymuyorsun!

— Efendim, kusura bakmayın, duymamışım. Hemen iniyorum, dedim.

Ben servis kapısından inerken şoför bey kendi kendine:

— Sanki ülkenin enflasyonunu çözecek gibi... Dünya yıkılsa duymuyor! diye söylenmeye devam ediyordu.

Servisten indim, eve doğru yürümeye başladım. O kadar hayal alemine dalmışım ki, komşunun evinin önünden geçerken seslendiğini fark ettim:

— Hayrola, toprak mı çekti? Selamsız sabahsız, dalgın dalgın yürüyorsun, hayırdır? dedi.

Komşu da haklıydı, beni ilk defa böyle görüyordu.

— Evet ya... deyip geçiştirmek zorunda kaldım. Halbuki ben onun "toprak mı çekti" deyişini, "ölüm mü çağırıyor" anlamında söylediğini düşündüm. “Toprak çekti... Lakin doğduğum topraklar çekti.” diye içimden geçirip eve doğru yürüdüm.

Hanım balkonda beni görmüş, vaziyetimi o da fark etmiş olmalı ki, kapıdan içeri adımımı atar atmaz:

— Hayır ola bey, hasta mısın? Ne oldu? dedi.

— Yok hanım, bir şey yok, dedim.

Elimi yüzümü yıkadım, elbiseleri değiştirdim, birlikte sofraya oturduk. Anlatmaya başladım:

— Sen de biliyorsun ki uzun zamandır memlekete gidemiyoruz. Eskiden bayram seyran demeden, hasret çöktüğünde gider gelirdik. Artık şartlar o kadar zorlaştı ki, kazandığımız daha eve gelmeden bitiyor. Farkındaysan, uzunca bir süredir memlekete gidemiyoruz. Aldığımız maaş belli, giderler belli. Bu dünyaya borçlu geldik, borçlu gidiyoruz...Diğer taraftan, “Keşke memleketten hiç gelmeseydik mi? Bu sefer de orada kalsak ne değişecek? Çocuklarımıza iyi bir gelecek hazırlamak için çekmedik mi bu gurbetçiliği, bu cefayı?” diyordum kendi kendime. İlk senelerde her bayram giderdik. Kurbanımızı keserdik, büyüklerimizle, yaşlılarımızla bayramlaşırdık; insanların halini, hatırını sorardık. Ne güzel günlerdi o günler… O günler bir daha gelir mi? Geçmişte yaşadığımız gerçekleri şu an hayal bile edemez olduk. Uzunca bir süre, ekonomimizin düzeleceği mümkün görünmemektedir. Hasretlerimiz belli ki hiçbir zaman vuslata dönüşmeyecek...

...Hanım söze karıştı:

— Üzülme bey. Biz de bayramı burada geçiririz. Sabah bayram namazına gider, gelince kahvaltımızı ederiz. Gelen olur ise oturur, bayramlaşır, sohbet ederiz, dedi.

Belli ki Hanım duruma çok üzülüyor, benim de üzüldüğümü gördüğünden bir nebze teselli etmeye çalışıyordu. O esnada aklıma bir düşünce düştü. “Madem memleketteki yaşlılarımızı, büyüklerimizi ziyaret edemiyoruz; olmayan parayı harcamanın da anlamı yok. Elimizde olanla biraz meyve, biraz şeker alır, huzurevini ziyaret eder, oradaki yaşlılarımızı bayramlarım.” dedim.

Bayram gelip çatmıştı. Maddi imkânı iyi olanlar kendi araçlarıyla ya da otobüslerle yola revan oldular. Şehir boşalmış gibiydi. Ekonomik olarak benim gibi ay sonunu zor getiren insanlar ise kalmıştı. Uzun sözün kısası, bayram namazından sonra dalgın dalgın eve geldim, kahvaltımı yaptım. Bir müddet gelen olur diye bekledim fakat kapımızı tıklatan olmadı.Ben de yavaştan huzurevine doğru ziyarete gitmek üzere yola koyuldum. Dolmuşların durağına kadar yürüyüp, ziyaret edeceğim yere giden aracı beklemeye başladım. Nihayet o güzergahtan geçen dolmuş durağa yaklaştı. Saati geldiğinde hareket etti, ben de koltuktaki yerimi aldım.Zor da olsa ziyaret edeceğim adrese varmıştım. Kapıdaki güvenliğe yaşlı dede ve nineleri ziyaret edeceğimi söyledim. Güvenlik görevlisi, müdür beyin odasına kadar bana eşlik etti. Müdür bey ile birlikte yaşlı büyüklerimizin olduğu toplantı odasına doğru ilerledik. Bir taraftan hüzünlü, diğer taraftan da mutlu bir şekilde kalabalığın içine karıştık. Tek tek bayramlaştık.Cam kenarında, tek başına... Elinde eskilerden kalma renkli cep mendili, sırtında mavi çizgili gri yeleği, cebinde zinciri yana sarkmış köstekli saatiyle bir amca oturuyordu. Gözlerim ona takıldı. Ara sıra cep saatini çıkarıp bakıyor, tekrar cebine koyuyordu. Diğer eliyle de arada bir gözyaşlarını siliyordu.Müdür Beye dönerek sordum:

— Cam kenarında, gözü hep dışarıda, sürekli saatine bakan yaşlı amca kim?

— O, uzun zamandır aramızda olan bir büyüğümüz. Burada küçüğü de, yaşça büyüğü de herkes ona Sabri abi der, şeklinde cevap verdi.Müdür Bey'den müsaade isteyip usulca yanına vardım:

— Bayramınız mübarek olsun, Sabri abi, dedim.

— Sağ ol evlat, dedi.

Elini öptüm. Karşısına oturmak için müsaade istedim. Bir sandalye çekip oturduktan sonra bir müddet sadece bakıştık. Gözleri ağlamaktan şişmişti. Derin derin ah çekiyor, sürekli dışarıyı gözetliyordu.

— Seni buralarda ilk kez görüyorum. Hayrola? Burada bir yakının, bir büyüğün mü var? dedi.Ben de o anın heyecanıyla:

— Sabri abi, senin için geldim, deyiverdim.İster istemez heyecanlandı. Morali düzelir gibi oldu. Yüzüne ayrı bir renk geldi, ifadesinde hafiften bir tebessüm belirdi. Bana dönerek:

— Allah razı olsun, sağ ol, var ol evlat. Beni o kadar bahtiyar ettin ki... Şu anı anlatabilmem için zaman yetmez, dedi.Ben de:

— Bundan sonra inşallah her fırsatta seni ziyarete geleceğimin sözünü veriyorum, dedim.Dünyadan vazgeçmiş olan Sabri abi, yeniden doğmuş gibi mutlu oldu. Dostluğumuz da, tanışmamız da bu şekilde başladı.

— Sabri abi, iyice istirahat ettin. Artık bilgilerinden faydalanma zamanı geldi, dedim.Başladı anlatmaya:

— Evlat… Bizim zamanımızda bir kişi çalışır, beş kişiye bakardı. Şimdilerde beş kişi çalışıyor, bir kişiye bakamıyor. Her rızkı helalinden kazanırdık. Şimdilerde helal, haram... hak getire!

Toplumun düzeni iyice bozulmuş ve bozulmaya da devam ediyor. Şimdilerde bırak, insan insanın elindeki kazancına; midesindeki rızkına bile göz dikmiş. Ben bu yaşıma geldim, kolay kolay hastane bilmezdim. Yediğimiz içtiğimiz bizim mahsulümüzdü. Şimdi bak, öyle mi? Ne yediğimizin, ne içtiğimizin tadı tuzu kaldı...Çok çalıştım evlat. Bizim zamanımızda paranın da, zamanın da ayrı bir kıymeti vardı. Hem aileme baktım, hem çocukları yetiştirdik, büyüttük. Toprak sahibi, mal mülk sahibi yaptık. Hatice ablanla çok çalıştık evlat, çok. O kadar uğraştık ki… Bizim gibi kimse çalışmamıştır. Çocuklarımız toplumda yok olup gitmesin diye verdiğimiz zahmetler saymakla bitmez. Sen ne kadar sahip çıkarsan çık, toplum bir yerden sonra elinden bütün emeklerini alıp götürüyor. Şükür, bizimkilerde kötü alışkanlık yoktu. Ama hayırsız çıktılar.Gençliğin gelecekten umudu kalmamış. Nesil özentiye dönüşmüş. Aileler baş edemez olmuş. Gençlere göre bizler çağın gerisinde kalmışız, dedi ve devam etti:

— Toplum olarak, topluluk olarak gençliğe sahip çıkmalıyız. Onlara iyi alışkanlıklar kazandırmalıyız. Yoksa onların vebali de bizimdir.Sabri abi sözlerine devam etti:

— Çok dertliyim evlat, çok… dedi ve ekledi:

— Benim çocuklar da toplumun olumsuz tarafını benimseyip yok olup gittiler. Onları bugünlere getiren, meslek sahibi yapan, toprak sahibi yapan anne ve babalarını yok saydılar. Şimdilerde sevgiden, saygıdan, örften, âdetten, vefadan, dostluktan eser kalmamış. Sen sen ol evlat… Yarım ekmeğin bile olsa o yarımı parçalara ayır. Büyüklerini sıcak yuvandan mahrum bırakma. Tıpkı memleket hasreti gibidir; torun, evlat hasreti… Biz elimizden geldiğince iyi büyükler olmaya çalıştık. Ama bazen sorarım kendi kendime: Acaba ben nerede yanlış yaptım? Bir türlü bu sorunun cevabını bulamıyorum…

Çok kıymetli ebeveynler… Sabri abiden öğreneceğimiz daha çok tarihi bilgiler, analizler ve karşılaştırmalar olacaktır.O gün zaman su gibi akıp gitmişti. Kendisinden müsaade isteyerek ayrılacağımı ifade ettim. İlerleyen zamanlarda, ondan çok kıymetli ve değerli bilgiler öğreneceğiz.Bugünlük bize ayrılan sürenin sonuna geldik. Sürç-i lisan ettiysek affola. Sevgiyi, saygıyı, tebessümü ihmal etmeyiniz. Zaman, en iyi ilaçtır; dozları ölçülü alınız.