Siyaset, toplumların ortak yaşam alanını düzenleme, yönlendirme ve geliştirme arayışından doğan bir toplumsal faaliyettir. Bu faaliyet büyük bir sorumluluk, vicdan ve ahlaki bilinç gerektirir. Bu anlamda siyasi etik, siyasetçilerin karar alma süreçlerinde, toplumsal faydayı önde tutmayı, yalansız, dürüstlük, şeffaflık, adalet ve hesap verebilirlik ilkelerine sadık kalmayı öngören değerler bütünüdür.

Siyasi etiğin hâkim olduğu ülkelerde ne demokrasi ne yoksulluk ne yolsuzluk ne terör sorunu olmayacağı gibi, orman yangınları hatta doğal afetler bile kıyamet senaryolarına asla dönüşmez.

Ancak, siyasi etik sorunlu toplumlarda ise,

-Toplulukların gözlerinin içine bakarak, yüzleri hiç kızarmadan, dilleri hiç sürçmeden yalan söyleyebilen siyasetçileri görmek olasıdır.

-Rakiplerini yıpratmak için yalan ve sahte içeriklerle algı operasyonlarını mübah bulan siyasetçileri görmek olasıdır.

-Ellerinde bulundurdukları güçleri, kişisel ikballeri için vicdanları kanatacak kadar kullanabilen siyasetçileri görmek olasıdır.

Bu nedenle, siyasi etik değerlerini temel almayan siyasetçilerin, iktidar olanaklarına sahip olması halinde ise yaşanacak toplumsal ve kurumsal tahribatları düşünmek dahi istemiyorum.

Türkiye Cumhuriyeti ‘Laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti.’ Olduğu gibi, aynı zamanda bir ULUS DEVLETİDİR. Ulusun adı da Atatürk Milliyetçiliğinde belirtildiği gibi, etnik kimliği ne olursa olsun, kendisini Türküm diye tanımlayan ve herkesi kapsayan Türk Ulusunun Devletidir.

Ancak, ‘Terörsüz Türkiye’ gibi, herkesin destek vereceği slogan sonrası neleri tartışıyoruz?

-Türkiye Türk, Kürt ve Araplardan oluşan etnik bir devlet anlayışının tartışmaya açılmasını,

-Biri Kürt, biri Alevi Cumhurbaşkanı yardımcısı olsun anlayışının gündeme getirilmesini dehşet içinde izlerken…

ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Thomas J. Barrack, 21 Temmuz 2025 tarihinde 'Güçlü ulus devletler İsrail için bir tehdittir.' açıklamasıyla baklayı ağzından çıkarmış ve ulus devlet kimliğimizin hedef alındığını itiraf etmiştir. Aslında ABD, bu hayali 105 yıldır yaşıyor ve sanırım kıyamete kadarda yaşayacak. Çünkü…

10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Anlaşması, tamda bugün tartışmaya açılan ve ulus devlet kimliğimizi reddeden, Anadolu’nun ortasında küçük bir toprak parçasıyla yetinmemizin dayatıldığı bir antlaşmaydı.

Ancak, Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde verilen Kurtuluş Savaşı ile Sevr Antlaşması tarihin çöplüğüne atılmış ve 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması, ‘Laik, demokratik, sosyal, hukuk ve ulus devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin’ TAPU SENEDİ olarak tarihte yerini ebediyete kadar almıştır.

Bu arada, birinci yazımda belirttiğim gibi, her türlü bilgiye erişmemizin mümkün olduğu, iletişimin zirve yaptığı bir dönemdeyiz. Ancak, doğru kaynaklara ulaşmak sadece bizlerin sorgulama, yorumlama ve analiz etme yetilerimizle doğru orantılıdır. Bu nedenle, başta ben olmak üzere, iletişimde olduğunuz tüm kişilerin, takip ettiğiniz sosyal medyaların size vermek istedikleri mesajları lütfen sorgulayın ve yapacağınız analizlerle doğru bilgiye ulaşın. İnanın geleceğimiz, sizin bu hassasiyetinize bağlıdır. Saygı ve sevgilerimle…