Cumhuriyetimiz sadece milletin iradesini temel alan bir rejim değişikliği değildir. Atatürk ilkelerinde vücut bulan devrimlerin tümünü içermektedir.

Dokuz Eylül olarak bildiğimiz CHP’nin kuruluşu, aslında, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesini tanımayan Kuvâ-yi Milliye (Ulusal Güçler) adıyla örgütlenen harbiyeli subayların başkaldırışıdır. Bu ulusal güçler gerek işgal kuvvetlerine gerekse işbirlikçi saltanatın tertiplediği saldırılara ve kurulan pusulara karşı, Mustafa Kemal Atatürk’ün Başkomutanlığında, Kurtuluş Savaşını çok ağır bedeller ödeyerek zaferle taçlandırmış ve Cumhuriyetimizi kurmuşlardır.

Ancak, işgalciler ve işbirlikçileri ittifakı asla bitmedi. Bunlara alet olan mandacılarında, gaflet ve delaletini eklediğimizde, 10 Kasım 1938’e kadar pusuda bekleyen ve Cumhuriyetimize yönelik karşı devrimler örtülü veya alenen hayata geçirilmeye başlanmıştır.

İlk ve ileride çok acıları ve yıkımlarını yaşayacağımız karşı devrim, ABD’nin askeri ve ekonomik mandacılığını kabul eden 24 Şubat 1945’te imzalanan Askeri Yardım antlaşmadır. Tüm okurlarımın bu antlaşmanın özellikle 7. Maddesini sorgulamalarını istiyorum.

İkincisi ise devrimleri içselleştirmeden, 15 Ağustos 1945’te çok partili hayata geçişle, Cumhuriyetimizi orta çağın karanlığına kurban ettiğimizi de bilmemiz gerekir. Çünkü, demokrasinin yönetim ve denetimin, çağdaş ve uygarlık seviyesini yakalamış halkın, iradesinin siyasete egemenliği olduğunu düşünüyorum.

CHP’deki bu karşı devrim süreçleri, 12 Eylül 1980 darbesi ile 38. Kurultayımıza kadar adeta CHP’yi muhalefet görünümlü BOP’ un payandasına dönüştürmüştür. Özellikle Kılıçdaroğlu döneminde Cumhuriyetimize ve demokrasimize yönelik tahribatların tahribatları yapanların başarısından ziyade, Kılıçdaroğlu’nun bilinçli olarak pasif duruşları ve destek vermelerinden kaynaklanmıştır. Bunlarla ilgili onlarca örnek sıralayabilirim.

Örneğin;

-Geçersiz oyların geçerli sayılmasına, TSK’ya yapılan kumpaslara, TSK’da hiyerarşik yapının bozulmasına, askeri hastanelerinin kapatılmasına ve birçok hizmetin yemek vb. ihale ile alınmasına, Anayasa kararlarının tanınmamasına, gizli tanık müessesinin kurulmasına kayıtsız kalması…

6 milyon fazla seçmen sayısına kulaklarını tıkayıp 1,5 milyon oy farkını kabul edip kazanandan önce biz bu seçimi kaybettik demesine, 17-25 Aralık, diploma sorunlarına slogan muhalefeti ile yetinmesine,

-RTÜK’ün kurulmasına, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına destek vermesi gaflet ve delaletin ötesinde değil mi?

Bugün partimize yönelik saldırıların temelinde, 38. Kurultay sonrası parti yönetiminin Kuvâ-yi Milliye (Ulusal Güçler) anlayışı ile siyasete dahil olmasından kaynaklanmaktadır.

CHP üyelik kartını göğsünde taşımanın değil, CHP’li olmanın önemli olduğunu Pazar ve Pazartesi İstanbul’da yaşananlar bize bir kez daha göstermiştir. BOP köstebeklerini ve partisi için direnen tüm CHP’lileri canlı yayınlarla izledik.

14 Eylül’de Ankara’da toplanacak milyonların ve 15 Eylül’deki muhtemel mahkeme kararının ülkemiz için kritik bir süreç olduğunu düşünüyorum. Tek temennim bu kritik sürecin hak, hukuk ve adaletin egemen olduğu aklıselim ile atlatılmasıdır.